KÜLLERİNDEN DOĞAN ORMAN
Yanık toprağın üzerinde yankılanan sessizlikte, küllerin koynundan ilk filiz baş verir. Bir zamanlar kaybolan orman, acının küllerinden yeniden doğarken umut, usulca yeşerir.
Gece, ormanın üzerine kadim bir hüzün perdesi gerercesine ağır bir battaniye gibi çökmüştü. Havanın nemi, yanmış tomurcukların acı kokusunu taşıyor; her nefeste içe çekilen duman, yıpranmış ruhun yankısı gibiydi. Ay, battaniyenin ince deliklerinden sızan soluk bir gümüş ışık ışını olarak duruyordu göğün puslu kubbesinde, yıldızlar ise uzak birer izleyici edasıyla soğuk ve mesafeli parıldıyordu.
Uzakta, neredeyse gözden ırak bir noktada, bir kıvılcım kıpırdadı. O minik parıltı, başlangıçta tamamen önemsizdi: bir çakmak çöpü, bir avuç kuru yaprak, belki de yıldırımın son nefesinden kalan minik bir kıvılcım… Ama rüzgâr, ormanın efendisiydi o gece ve kıvılcım ona yenik düştü. İhanet etmişti rüzgar ona. Kanat gibi yükselen korlar, dalların arasına sürüldü. Ve işte o küçük ateş taneciği, birkaç darbede bir cehenneme dönüştü.
Alevler koşuyordu; ormanın damarlarında, köklerden dallara, otlardan çalılara sıçrayarak ilerliyordu. Yaşlı meşe, gövdesini gerdi. Yüzyıllardır pek çok şeyi görmüştü: avcıların izlerini, aşıkların kabuğuna kazıdığı isimleri, karların altında ezilen hayvanları… Ama hiçbir şey bu kadar acı verici olmamıştı.
Dalları ateşle kavrulurken içten içe çıtırdadı; rüzgâr uğuldayarak gövdesinden geçiyor, kabuğu yanık kokusuyla doluyordu. Ona en yakın çam ağacı, genç fidanını korumak ister gibi yan dallarını üzerine eğdi. Küçük fidan, dumanın boğucu kokusunda nefes alamıyor, toprağın derinliklerinde kökleriyle hayatta kalmaya tutunmaya çalışıyordu.
Hayvanlar çılgın bir korku içindeydi. Tavşanlar deliklerinden fırlıyor, baykuşlar küllerin arasından kanat çırpıyordu. Bir tilki, yanan dalların altından geçerken kuyruğu alev aldı; acıyla çığlık attı, ama yine de koşmaya devam etti. Bazı canlılarsa kaçamadı… bir sincabın, dumanla dolmuş yuvasında son bir kez nefes aldığı o an, ormanın sessizliğine gömüldü.
Alevler büyüdü. Gökyüzü karardı. Patlayan kozalakların sesi, savaş davulları gibi yankılandı. Orman, can çekişen bir devin çığlığıyla yanıyordu.
Ve sonra… sabah geldi.
Güneş, küllerin üzerine utangaçça doğdu. Artık ne yeşillik vardı, ne kuş cıvıltısı. Her şey yanmış, siyah bir harabeye dönmüştü. Yaşlı meşenin gövdesi kömürleşmiş, genç fidanın dalları ise kül olmuştu. Fakat toprağın derinliklerinde… bir şey kıpırdıyordu.
Günler geçti. Yağmur, külleri yıkadı; rüzgâr, yanık kokusunu dağıttı. Gökyüzü yeniden maviye döndü. Ve bir sabah, ormanın tam ortasında… küçük, yeşil bir filiz belirdi.
O filiz yalnız değildi. Birkaç adım ötede, yanmış köklerin arasında başka filizler de baş gösterdi. Onları besleyen toprak, acının küllerinden güç almıştı. Kuşlar geri döndü; önce sadece birkaç tanesi… sonra daha fazlası. Bir sincap, küllerin arasında yuva kurdu. Tavşanlar yeniden toprağı eşeledi.
Yaşlı meşenin kömürleşmiş gövdesi, filizlere gölge oldu. Artık kendisi konuşamasa da köklerinin altında yeni bir hayat büyüyordu.
Ve o küçük fidan… yangından kurtulamayan kardeşinin hatırasını taşıyordu. Rüzgâr estiğinde dalları hüzünlü bir şarkı fısıldıyor, toprağa kök salarken “kayıplarımızı unutmuyor, onları yaşatıyoruz” diyordu. Orman, küllerinden doğarken her yeni yaprak, geçmişin küllü hatırasını omuzlarında taşıyor; acı ve umut, sonsuz bir dansa davet ediyordu bizi.
Her şey yanıp kül olsa bile… orman asla tamamen ölmüyordu.
Toprağın kalbi hâlâ atıyordu çünkü…