Erzurumlu Süleyman
Erzurumlu Süleyman
Bir Numaralı Cinayet
Erzurumlu Süleyman yüzlerce yıllık ata topraklarını terk etmek zorunda kalmıştı.
İstanbul’a iş, aş umuduyla göç etmişti.
Tek derdi iş, aş ta değildi. Çocuklarını düşünüyordu aslında. Babadan oğula kalan toprağı ekip biçiyordu zaten. Karınları doyuyordu bir şekilde.
Aç değildiler, açık değildiler. Olanlarla iyi kötü idare edebiliyorlardı.
Okumalıydılar…
Kendi okuyamamıştı. Ama çocukları okusun istiyordu.
Arkadaşlarının bir kaçı Ortaokula kadar okumuştu.
En çok sevdiği arkadaşı Ahmet’te Ortaokulu Erzurum’da okumuş sonra İstanbul’a göç etmişti. Orada Liseyi bitirip üniversiteye gitmiş mühendis olmuştu.
Arkadaşının mühendis olduğunu duyduğunda çok sevinmiş; “okuyamadım ama çocuklarımı mutlaka okutacağım. Ahmet gibi mühendis olsunlar” diye geçirmişti içinden.
“Çulsuz Mehmet amcanın oğlu arkadaşım Ahmet…
Koskoca mühendis oldu ha!
Vay beee…“
Hiç unutmadı Ahmet’i.
Onun okuma azmi hep ders oldu Erzurumlu Süleyman’a.
Tren Garının yanından geçerken tabelada yazan seferlere takıldı gözü. Okuması yoktu ama belli başlı kelimeleri nerede görse tanırdı.
“İstanbul” yazıyordu.
Durakladı, bir müddet tabelaya baktı, sonra gar kapısının üzerindeki kocaman saate.
“Acaba…” diye mırıldandı.
Çocukları geldi bir an gözlerinin önüne.
Sonra Ahmet’i düşündü.
“Koskoca mühendis olmuş, benim imkanım olmadı, çocuklarımın neden olmasın yaa” diye söylene söylene hızlıca evinin yolunu tuttu.
Bir hışımla girdi eşikten içeri.
“Toparlan hatun gidiyoruz. 4 saat sonra tren kalkıyor. Taşıyabileceğimiz kadar bir kaç şey al. ” diye telaşla bağırıp sağa, sola koşuşturmaya başladı.
Eşi, çocukları şaşkın, anlamsız anlamsız baka kaldılar.
“Nereden çıktı İstanbul şimdi? Ne yapacağız yaban ellerde? Ne yiyip, ne içeceğiz? Hiç olmazsa burada karnımız doyuyordu. ” diye mırıldanarak yavaş yavaş hazırlanan eşine gürleyen sesiyle çıkıştı;
“Hadi hatun acele et. Kararlıyım ve bu kararımdan dönmeyeceğim. Bilesin, Oyalanma boşuna!“
Öyle fazla bir eşyaları yoktu zaten. Döşeklerini sırtlanıp tren garının yolunu tuttular.
Erzurumlu Süleyman’ın korkmayan kararlı duruşu, inatçılığı çaresiz kalan eşine güven veriyordu ama yine de korkuyordu.
Çocukları okutalım derken sefil olma ihtimali tedirgin ediyordu O’nu. Ama iyi tanıyordu eşini. Tuttuğunu koparan, inatçı, becerikli, marifetli, çalışkan yapısıyla bir çok olumsuzluğun üstesinden geleceğini biliyordu.
Biraz da bu düşünce rahatlatmıştı Onu.
Bir kaç gün tren garının etrafında konakladılar.
Süleyman sabahın ilk ışıklarıyla işe çıkıyor, günü kurtarma umuduyla ne iş olsa yapıyordu. Fakat istediği “her iş” değil; önemli işler yapmaktı. Ne olduğunu bilmediği ama içinden arzuladığı işi arıyordu. O işi bulabilmek için de sürekli etrafını gözlüyor, insanların davranışlarını, hareketlerini takip ediyordu.
Neyin ne olduğunu öğrenmeye çalışıyordu.
Çok kalabalıktı şehir. Ekmek bir tane ama yemek isteyen on taneydi.
Zor olacaktı O ve ailesi için.
Eşyalarını taşıdığı iyi giyimli ve zengin olduğunu düşündüğü adamların aralarındaki konuşmasına kulak kabartmıştı. Gebze taraflarında yeni sanayi tesisleri kurduklarını ve işçi bulmada zorlandıklarını söylüyordu. Sadece kendilerinin değil başkalarının da eleman bulmada sıkıntı yaşadıklarını duyunca Erzurumlu Süleyman dayanamayıp önünden giden işadamının omuzuna dokundu;
“beyim bana da iş çıkar mı oralardan” diye sordu.
“Elbette” cevabını alan Süleyman durur mu artık. İşi biter bitmez hızlıca evinin yolunu tuttu.
Yine bir hışımla girdi içeri. “Eyvah” diye geçirdi eşi içinden “yine ne oldu?” demesine fırsat vermeden;
“hazırlan gidiyoruz!”
“Nereye?” diye bile soramadı çaresiz kadın.
Her zamanki gibi Süleyman’ın inatçılığı yılgınlık uyandırmış olsa da gözlerindeki ışık fazlasıyla güven veriyordu.
Sorma ihtiyacı hissetmedi.
Tren garına geldiklerinde “Memlekete mi dönüyoruz acaba” diye düşündü ama yine sormadı.
Pekte umurunda değildi zaten. Biliyordu eşini; ekmeğini taştan çıkarabilecek kadar güçlü ve akıllı olduğunu.
Aç vaziyette açıkta bırakmayacağını.
Kocasına güveniyordu.
Burada iş çok
Bir kaç saat sonra tren durduğunda “hadi iniyoruz” dedi Erzurumlu Süleyman.
Hiç soru sormayan eşine ve çocuklarına “Gebze’deyiz” dedi.
“Artık hayatımıza burada devam edeceğiz. İş çok. Kimseye minnet etmiyorsun. Sen aramıyorsun işi, onlar gelip seni buluyor” deyip O iki adamın aralarında geçen konuşmayı ballandıra ballandıra anlatıyordu.
İyi bir gözlemciydi Erzurumlu. Gebze’nin ve civarının geleceğini hayal edebiliyordu ve buraya kati suretle yerleşmesi gerektiğini düşünüyordu.
Toprak edinmeliydi öncelikle. “En azından ekip biçerim, hayvancılık yaparım” diye düşündü.
Hafriyat dökmek için gittiği Çayırova’da köyün muhtarıyla tanışmıştı. Bir çok satılık arazi olduğunu ve fiyatlarının da ucuz olduğunu söylemişti. Hatta sahipsiz araziye yakın yerden bir – iki dönüm yer alabilirse diğer yerleri de çevirebileceğini söylemişti.
Öyle de yaptı Süleyman.
Yer aldı Çayırova’dan. Kimsenin değer vermeği arazilere kazandığı tüm parayı yatırdı. Fazla değil bir kaç dönümdü ama olsun, etrafı boş sahipsiz arazilerle doluydu.
Zamanla oraları da çevirdi. Kendi arazilerine kattı.
Çayırlıktı arazi.
Hayvancık yapmayı da düşünmüştü ama her gün artan sanayi tesislerinin arasında ne kadar devam ettirebilirdi.
Çelişkilerdeydi…
Hurdacılığa başladı
Bir kaç yıl boyunca hatırı sayılır derece arazi sahibi olmuştu.
Bu arada da yeni yeni filizlenmeye başlayan ark ocaklarının hurda ihtiyaçlarını karşılamakta zorlandıklarına şahit olmuştu.
Civarlardan hurda toplayıp ark ocaklarına satıp çok para kazanacağının hesaplarını yapmaya başladı Erzurumlu Süleyman. Ama önce kamyon sahibi olmalıydı. Yoksa nereden, nasıl toplayıp getirecekti onca hurdayı…
Öylede yaptı.
Senetle borçlanıp kamyon aldı.
Önceleri günün altı saatini geçirdiği evine üç günde – dört günde, bazen haftada bir uğruyordu.
Civar illeri, ilçeleri, köyleri gezip hurda topluyor, ark ocaklarına satıp para kazanıyordu.
Kısa sürede kamyonun borcunu bitirmişti.
Fakat yakın yerlerde de pek hurda kalmamıştı. Aldığı hurda yaktığı mazotu karşılayamıyordu. Biraz daha uzaklara gitmeyi düşündü. Aklında dönemin parlayan yıldızı Karabük vardı.
Karabük
Virajı dönüp Demir Çelik fabrikalarını görünce ağzı açık kaldı Erzurumlu Süleyman’ın. Kenara çekti kamyonu. Hiç bu kadar büyük bir fabrika görmemişti, her bir yerinden dumanlar çıkıyordu.
“Tam yerine geldim. Buradan bana çok ekmek çıkar” dedi kendi kendine.
Haftada bir Karabük’e geliyor, haddehanelerden, atölyelerden çıkan hurdaları topluyordu. Beş – on yer gezeceğine sadece Karabük yeterliydi O’nun için. Ne gereği vardı bir kaç yüz kilo hurda için şehir şehir gezmeye. Karabük’te tonlarcası çıkıyordu bir hafta gibi kısa zaman içinde.
Alışveriş yaptıkça işyeri sahipleriyle de yavaş yavaş samimi olmaya başlamıştı. Düzgün, hilesiz ticaretin sonunda karşılıklı güven oluşmuştu. Bir çok işyeri sahibinin yazıhanesine “çat kapı” girebiliyordu. Seviliyordu da Karabüklü işadamlarınca. Erzurumlu Süleyman ismini uzun bulup sadece Erzurumlu demeye başlamışlardı O’na.
Üç – dört günde topladığı hurdayı Gebze’ye götürüp ertesi gün yıkıyor ve aynı gün tekrar Karabük’e geliyordu. Buradaki pazarı başkalarına kaptırmaya pek niyeti yoktu. Gerçi O’nu seviyorlar ve güveniyorlardı ama olsun yine de tedbirli olmak lazım diye düşünüyordu.
★
ilk Adım!
O yıllarda Türkiye’nin demir ihtiyacını karşılayan Karabük Demir Çelik Fabrikaları üretim fazlası kütüğü iç piyasaya veriyordu. Tabi öyle kolayca değil; aylarca öncesinden karşılığı peşin tahsil edilmiş olarak. Üstelik ne zaman teslim edileceği meçhul. Bu arada ürün fiyatlarında artış olursa “farkı tahsil edilmek üzere” şartı vardı. Büyük bir sıkıntıydı her haliyle. Zaten fabrika tek başına yarı mamul üretiminde yetersizdi.
Piyasanın talebi doğrultusunda Karabük’te kütükten yarı mamul üreten haddehane sayısında hızlı bir artış oldu. Fakat bu defa da D.Ç Fabrikalarının ürettiği kütük haddehanelerin ihtiyacını karşılamakta yetersiz kaldı.
Aşırı bir kütük talebi haddehane sahiplerini korkutuyordu. Tedarik edilemeyen kütük, mantar gibi biten haddelerin sonu olabilirdi.
Bu ihtiyacı gidermek için Saka Demir Çeliğin kurucusu Mustafa Saka ark ocağı kurmayı düşündü.
Hesabını, kitabını yaptı.
Olmayacak, yapılamayacak bir şey değildi.
Yapacağına, başarabileceğine inanıyordu. Ama tek başına mümkün değildi.
Araştırdı
Her İstanbul’a gittiğinde mutlaka Gebze taraflarına geçiyor kütük temin edebilme görüşmelerini yaparken diğer taraftan da ark ocaklarını inceliyor, teknik ekiplerden bilgi topluyordu.
Çok zeki, akıllı, araştırmacı ve usta biriydi. Gözüyle gördüğünü bir anda aklına çizebilecek kabiliyete sahipti.
Canına tak etmişti!
Dişiyle, tırnağıyla ve özverili çalışmasıyla tek başına haddehane kuran O büyük zanaatkarın karşısında beş kuruş etmeyen, parasıyla ahkam kesen insanların davranışları çok zoruna gitmeye başlamıştı.
Kararını vermişti.
Çocukluğundan beri tanıdığı çok güvendiği, ustalığına inandığı arkadaşlarıyla görüştü.
Olumlu karşıladılar.
Beraber kuralım dediler.
Hesap ettiler. Son kuruşlarına kadar değerlendirdiler.
Cıkk!
Yeterli finansal güç çıkmadı.
Bir kaç işadamıyla daha görüştüler.
Hayalcilikle suçlandılar.
İte kaka 25 kişi oldular.
Nihayet sıkıntılara girmeden gerekli yatırımları yapıp ark ocağını kurabileceklerdi.
Projeler hazırlanmaya başladı. Aylarca hesaplar yapıldı. Bıkmadan usanmadan her hafta toplanıp tartıştılar.
Potalar kaç tonluk olmalıydı?
Karabük’e gelen elektrikle kaç tonluk potalarda hurda eritebilirlerdi?
Tesisi kurarken gerekli ustaları nereden bulacaklardı?
Kim nereyi yapacaktı, nereden sorumlu olacaktı?
İlkokul Mezunuydular
Çoğu ilkokul mezunuydu ama en tecrübeli mühendis gibi düşünüyor, üretimden satışa en ince detaylarına kadar hesap ediyorlardı.
En iyi ekonomistler gibi üretim maliyeti hesapladılar.
Sonuçlar gayet olumlu. “Bu iş tamam, başlayalım” dediler.
Her biri işinin en iyi ustaydı.
Aralarında hiç tartışma çıkmadı.
Saygı ve karşılıklı güvenle 25 Kurucu Ortaktan oluşan şirketi başarıyla kurdular.
En Büyük Problem Arazi
Şirket kuruldu kurulmasına ama ark ocağı gibi büyük bir tesisinin kurulacağı yer henüz belirlenmemişti. Düşüncelerinde İsmetpaşa mevkiinde bulunan Bayındır Köyü vardı. Orası ark ocağı için ideal bir yerdi. Uçsuz bucaksız düz bir arazi.
Yüksek gerilim hattı.
Su problemi hiç yoktu. Kocaman dere yanı başından boşuna akıp gidiyordu. Belki ileride gerekli elektriği o dere üzerine yapılacak küçük bir yatırımla tedarik edeceklerdi.
Karabük merkeze de yakındı, nakliye maliyetleri fazla olmayacaktı.
Kontrol edilmesi de, yeni ilaveler yapılıp büyütülmesi de daha rahat olacaktı.
Bir çok hesaplar yapıldı!
Her şey tamamlandığında Karabük Belediye Başkanının huzuruna çıktılar; projeyi anlattılar.
Saatlerce dil döktüler.
Aldıkları cevap;
“biz sizin elektrik ihtiyacını karşılayamayız.“
Yani kibarca “başka kapıya…“
Kaymakamlık Makamına çıktılar.
Olmadı!
Zonguldak Valisine gittiler heyet olarak.
Yine olmadı.
Destek göremediler, çare bulamadılar.
Onca çaba, hesap kitap boşa gitmişti. Bir sürüde masraf etmişlerdi…
Araya Şehir Mütevelli Heyeti girdi.
Zaten heyet içinde kurucu ortaklardan bir kaç kişi vardı. Bu sefer onlar sırasıyla Belediye Başkanı, Karabük Kaymakamı ve Zonguldak Valisiyle görüştü.
Sonuç;
Yine koskoca bir HİÇ!
Zaten hiçte umurlarında değildi ne Belediye Başkanının, ne kaymakamın, ne de Valinin. Koskoca Karabük Demir Çelik Fabrikaları bölgeye yetip de artıyordu bile. Sekiz bin kişiye iş, aş kapısı olmuş fabrika varken kıytırık bir ark ocağının ne anlamı, ne hükmü vardı ki…
Ne diye uğraşacaklardı.
Rahatlarını bozacaktı.
Ya O arazi sahiplerinden birinin yakını iyi bir noktada ise.
Değer miydi bu riske…
Her çaresizlik bir çarenin doğumunu müjdeler…
Canları çok sıkkındı o gün. Ne bekledikleri desteği görebilmişler, ne de sarf ettikleri çabaların karşılığını. Sanki anlamsız içi boş “hiç” bir proje gibi itilmişler, kakılmışlardı.
Mustafa Saka öyle hemen vazgeçecek biri değildi. Kolay pes etmezdi.
Haklı mücadelen asla geri adım atmadı!
Haber gönderdi kurucu ortaklara “müsait olan gelsin, tekrar etüt edelim” diye.
Bir kaç kişi geldi.
Çalıştığı torna tezgahını istop edip yazıhaneye geçtiler.
Hararetli hararetli konuşuyorlardı. Kızgınlıktan sesleri bir yükseliyor, belki duyan olur endişesiyle bir düşüyordu. Odaya girmiş Onları hayretle seyreden Erzurumlu Süleyman’ın farkına bile varamamışlardı. Mustafa Saka bir ara başını kaldırdı O’nu gördü sustu. Yanındaki arkadaşlarına şöyle bir baktı “susun! burada biri var” dercesine ve tekrar Süleyman’a döndü.
“Ne var” anlamında kafasını oynattı.
“Beyim kantar fişini getirdim hurdaların. Müsaadenle parasını ödeyip gideceğim.” dedi Süleyman.
Karşısında oturan ve bir çoğundan hurda alan Süleyman’ın bile zoruna gitmişti O, Karabük’ün nadide işadamlarının üzüntüsü.
Dayanamadı;
“Beyim, haddim olmayarak soruyorum kusuruma bakmayın, cahilliğime verin. Siz, ark ocağı için arsa mı arıyorsunuz?” diye sordu.
“Ulan sen mi çulsuz halinle bize derman olacaksın hurdacı” der gibi “evet, arsa arıyoruz. Sen mi vereceksin?” dediler.
“Evvet” diye gür sesiyle bağırdı Erzurumlu Süleyman, istediği cevabı almıştı çünkü.
“Beyim bende arsa çok. Gelin oraya yapın para falan istemiyorum” dedi.
Şaşırdı odadakiler.
Böyle bir cevap beklemiyorlardı
Bir kaç saniyede kendilerini toparlayıp;
“Bir dakika. Nerde var sende o kadar arazi?“
“Gebze taraflarında beyim. Çayırova’da… İstediğiniz kadar yer sizin olun. Yeter ki fabrikayı oraya kurun. Elektrik te var, su da var… Ne isterseniz beyim yatırım için her bişey var. Hem de size sonuna kadar yardımcı olacak destek olacak idarecilerimiz var. Ben tanıyorum hepsini ve size mutlaka yardımcı olacaklardır. Olmazlarsa suratıma tükürün! Siz yeter ki he deyip bi gelin!“
Herkes şaşkın vaziyette duraklayıp kaldı. Çıt çıkmadı bir süre.
“Uzak orası ya, nakliye maliyeti binecek bu sefer” diye itirazlar oldu.
Susturdu herkesi Mustafa Saka.
“Gidip bakalım. Zaten başka da çaremiz kalmadı. O kadar masraf ettik, zaman harcadık. Burada aylarca kütük bekleyeceğine ve fark ödeyeceğine kilosuna bir kaç kuruş daha fazladan veririm de kendi ocağımdan alırım kütüğü” dedi.
Sustular…
Hepsi biliyordu bu söylenenin doğru olduğunu.
Hiç üşenmedi Mustafa Saka. Ertesi gün sabahın ilk ışıklarında kamyonunda uyuyan Süleyman’ı alıp “atla” dedi “Erzurumlu, arazine gidiyoruz. Bakalım nasılmış. Anlattığın gibi mi görelim. Değilse tükürüğe boğulursun ona göre…“
Erzurumlunun yüzünde sadece kendinden emin bıyık altı gülümseme vardı;
Cevap bile vermedi…
İsmetpaşa’daki gibi…
Tam istediği gibiydi.
Yüksek gerilim hattı yakındı. Sadece trafoya ihtiyaçları olacaktı.
Arazi de yatırıma müsaitti. Deniz de yakındı. Su da boldu.
Yerel yöneticilerle görüştü.
Hepsi ayakta karşıladı. Projelerini sordular.
Sabırla tüm detaylarına kadar anlattı Mustafa Saka.
Projeyi beğenen tüm yöneticilerden sonuna kadar tam destek sözü aldı.
Geriye sadece Erzurumlu Süleyman’la anlaşmak kalıyordu; tabi bir de ortakları ikna etmek.
Aynı gün geri döndüler. Neredeyse sabah olacaktı.
Süleyman’ı kamyonuna bıraktı biraz uyuyup dinlensin diye.
Kendi de eve geçti ama duramadı.
İçi içine sığmıyordu.
Çıktı hemen.
Haddehaneye gitti. Yapılacak işler vardı. Onları yapmak istedi.
Şarteli açtı.
Tezgahı çalıştıracak oldu, durdu.
Çalıştırmadı!
Kolunu dayayıp düşünmeye başladı.
Yüzünde küçük bir tebessüm belirdi ve “Galiba olacak; ark ocağı kurulacak” dedi kendi kendine…
Saatin 8 olup da günün başlamasını bekledi kurucu ortaklara müjdeyi vermek için.
Karar Zamanı
Saat 10 gibi toplandı 25 kurucu ortak.
Mustafa Saka araziyi ve çevresini en ince detaylarına kadar anlattı. Yerel yönetimlerin vereceği destekleri bir bir sıraladı. Karşısındaki ortaklarına baktığında tereddütte kalmış bir kaç kişiyi fark edince son vurucu cümleyi söyledi;
“Oralarda zaten ark ocağı var ve o sayede yeni yeni haddehaneler kuruluyor. Üretim fazlası kütükleri onlara satarız. Hem kütük sıkıntısı çekmeyiz, hem de ekstra kazanç elde ederiz. İyi düşünün.“
Oradaki herkesin gözü parladı.
Doğru!
Kapıda bekleyen Erzurumlu Süleyman’ı içeri aldı Mustafa Saka ve ortakların önünde sordu;
“Erzurumlu arazine kaç para istiyorsun?“
“Hiç” dedi sessizce Süleyman, sonra ekledi;
“hiç bir şey istemiyorum beyim“.
“Olmaz” diye diretti Mustafa Saka.
Ama ikna edemedi.
Araziler karşılığında verilmiş bir değer alamadı.
Tüm ortaklar;
“madem arazini bedava veriyorsun o zaman ortak ol” dediler.
Kabul etti.
Ve 26. ortak Erzurumlu Süleyman oldu.
Şimdi O, 26. ortak Erzurumlu Süleyman’ın arazisinde 1966 yılında kurulan Kroman Çelik çalışıyor.
Haldır haldır; durmaksızın…
Çevresine değer katarak, iş vererek, aş vererek, gelecek vaat ederek!
Kroman Çelik, Eskipazar İsmetpaşa mevkiine kurulmuş olsaydı…
Sadece düşünün!
İyi hesap ederek düşünün…
Eskipazar, İsmetpaşa, Gerede ve civar köyler, beldeler…
Gözlerinizi kapatın ve tekrar düşünün…
Coğrafyayı düşünün, iş potansiyelini, çocuklarınızın geleceğini…
Ve şimdi de şu andaki konumunu…
…
Mustafa Saka, kurucu önderliğini yaptığı Kroman Demir Çeliğin temellerini attı ama üretime geçtiğini göremeden trafik kazasında vefat etti. Öğlebeli aile mezarlığından Demir Çelik Fabrikalarını ve kurduğu haddehanesini eminiz ki gururla seyrediyordur.
Erzurumlu Süleyman ve Kurucu ortakların bir çoğu rahmetli oldu.
Bu hikaye, şu anda yaşayan tek kurucu ortak bildiğim kişiden dinlenip derlenmiştir.
Ne demiştik;
Delili, belgesi, ispatı olmayan hiç bir cümle okumayacaksınız.Bu arada zır cahil Erzurumlu Süleyman kadar ileriyi görememiş becerememiş yöneticilerimizi de hiç unutmayın;
yâd ederek hep hatırlayın!